22 Ekim 2009 Perşembe

Faraza II

Odanın kuzeybatı güneydoğu köşegeninin üst orta tarafında bir yerlerde, köşegenin ilk çeyreğinin bitiminden hemen iki karış ileride yere oturmuş, saçları ağarmakta, uzunca boylu bir beyefendi ardarda altıncı sigarasını da halıya silkeleyip ayağa kalkıyor. Uzun süre orada oturduğundan olsa gerek, ayağa kalkarken zorlanıyor, hep cilalı ayakkabılarının üzerinde eğreti dikiliyor. Ayakkabılarına bakıyor, sol tekinin solunda izmaritlerin dördü, altında küllerin çoğu var, sağ tekinin sol yanı küllenmiş. Tüm dikkatiyle kül desenini inceliyor, dalgın. Yoksa ne bu pahalı halıyı berbat eder, ne de o çok kıymetli ve özenle diktirilmiş takım elbisesini kırıştırırdı. Eğilip cüzdanını yerden alıyor. Siyah deri bir cüzdan bu, üzeri ufak ufak pullarla kaplı gibi, bu da pahalı bir şey. İçinden birkaç kağıt çıkartıp, sekize katlanmış birini ağır ağır açıyor. Yere düşen cüzdanın içinden savrulan bir diğerinin üzerinden kimlik bilgileri okunuyor: Suat Bülent Kurtulmuş. Elli yıl önce ülkenin ortalarında bir yerlerde, artık var olmayan bir ilçede doğmuş. Babasının adı İrfan, annesininki Behiye, nüfus müdürünün adı Murat. En az onbeş yıllık fotoğrafta saçları henüz siyah.

Çocukluğu da bu kırk küsür yıllık evde geçti Bülent Bey'in. Babası ki şimdi Bülent Bey'in teyzesi Makbule Hanım ile şehrin merkezinde bir dairede yaşamaktadır, kırk yıl önce çocuklarına miras bırakacağı en önemli şeyin bu ev olduğu gibi bir şeyler geveliyordu sık sık, dostları ise "Yok efendim, biraz çakırkeyf oldunuz, o yüzden böyle konuşuyorsunuz." diyerek gönlünü alıyorlardı İrfan Bey'in. Behiye Hanım görünürlerde yoktu. Evi pek beğenmemişti. Sahiden de şehrin en zengin muhitinde bahçe tulumbası yaptırılmazdı. Şöyle işlemeli bir döküm tulumba dekor olarak kabul edilebilir, ama mazotlu pompa hiç olmazdı! İrfan Bey'in eski ile yeninin karışımını pek bir beğenmesine rağmen Behiye Hanım her şeyin eskisini makbul sayar, bu zıtlık tüm kavgalarının yegane temeli olur, birbirlerinden hoşlanmayan bu iki insanın hayatlarını da iyiden iyiye zehir ederdi. Tüm tarafların hayrına ( maazallah Behiye Hanım evi terk edebilirdi), bu tulumba kavgası pek sürememişti aslında. Behiye Hanım kısa süre sonra İrfan Bey'i dul, bıyıkları yeni terlemekte olan Bülent'i de öksüz bırakarak aile büyüklerinin yanına intikal etmişti. Bu aile büyükleri her bayram öncesinde Bülent Bey'in rüyalarına girip birer ziyaret talep ederler, Bülent Bey ise hep sıkışık olan bütçesini zorlayarak mermerleri ve mezar taşlarını altı ayda bir elden geçirtir ve rüyaların tüm seneye yayılmayacağını umardı. Son iki senedir, kendi söylediğine bakılırsa, ölülerin ruhları değil ama canlıların arsızlıkları Bülent Bey'in rüyalarını kabusa çeviriyor. Mermerlere harcanacak para artık bu ticaret ahlakından uzak, cimri ve ketum insanlara gidiyor. Bir nevi kamu hizmeti yapan Bülent Bey son yıllarını insanların bu anlayışsızlıklarına hayret ederek ve paralarını aldıklarında bir anda hoşsohbet ve diğerkam oluşlarından tiksinerek geçiriyor. İçine ayrı dert olan ve nedenini şiddetle merak ettiği kabuslarında neredeyse her gece gözükmeye başlayan annesi ona böyle öğretmemişti. Terbiye geçmiş zamanda ve rüyalarında kalmış bir desen artık onun için, yahut Nuran'ın söylediği gibi babasının o ağır ve yapışkan havası Suat'ı öyle sarıp sarmalamış ki bir değil iki yüzyıl geriden, herhangi bir yetişme ümidi veya arzusu olmadan, matbaasının ancak düğün davetiyesi basabildiği, yayınevininse mahalle kütüphanelerine bakanlık onaylı yüz eser veya yüzyılın ilk yarısından kalma ansiklopediler satabildiğini fark etmeden aramızda yaşıyor. Bir anlamda babasından çok daha geride. Ne de olsa şimdilerde adı İrfan Efendi olan kayınpederi zamanın farkında, geçmişi yaşamaktansa hatırlamayı tercih ediyor ve belki de en önemlisi: Fikri soruluyor. Bülent Bey kendisine de danışanlar bulunduğunu, mesela Esin'in tanıştırdığı şu delikanlının daha geçenlerde ona yayıncılık hakkında sorular sorduğunu söylese de Esin ve Nuran bunun sadece müstakbel bir yazarın nezaketi olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca Esin, Arif'in büyük ihtimalle yayıncılığı babasından daha iyi bildiğini savunuyor. Evet, Bülent Bey'e herkes saygı duyuyor ama karısı ve kızı değil.

Suat, Nuran Bülent Bey'e yalnızken öyle derdi, cüzdanını ve yere düşmüş kağıtları topluyor, buğulanmış gözlerini gömleğinin manşeti ile ovuşturup, hala elinde tuttuğu mahkeme celbini gömlek cebine koyuyor. Eğilip ceketini alıyor yerden, ceket de küllenmiş, üstelik bir yarısı otururken altında kalmış ve öyle bir iki silkelemeyle düzelmeyecek kadar kırışmış. En azından külleri temizliyor Bülent Bey, bilinçsizce, çünkü kırışıklığı farketmiyor bile. Ceketini giymeden iç cebini kurcalıyor, dört kol düğmesini buluyor, gömleğine takıyor, ceketi giyip evden çıkıyor. Düğmeleri kızı hediye etmişti geçen sene, o da gömleğine takmadan önce, kızını hastanenin doğum kanadında ( hemen o gün üzerine Esin Kurtulmuş yazdırdığı) pembe bir beşikte ilk kez görmüş de bilmediği garip bir duyguyla yaklaşmış, ömrü boyunca nasıl yapması gerektiğini düşünmeden yaptığı tek hareketle uzanıp yanağına dokunduğu gibi dokunmuştu düğmelere. Düğmelere bakarken belki aklından da bunlar geçiyordu, çünkü Suat duygularını ellerinde tutmayı, olması gerekene biçimlendirmeyi sever, yakınlarının hangi duyguyu nasıl yaşadığını bilmesini ister ve bunun için de elinden geleni yapardı. Nuran'ın deyimiyle"hep küçük bir piyeste gibi". Fakat sanki karısının mahkeme eliyle vurduğu bu darbe ona tüm bunları unutturdu ve Suat Suat olmaktan elli yaşında vazgeçti. Akşam eve döndüğünde başka bir Suat olacaktı, gözlerinden ve yürüyüşünden değiştiği, hem de elli yıl boyunca büyüyen ama bir türlü serpilemeyen o değişikliğin öyle ani geldiği anlaşılıyordu ki tüm ömrünce gizliden gizliye bunu beklemesine rağmen yine de gözlerinde sevinçli bir bakış, hareketlerinde bir telaş vardı.

NOT: Ala, ala diyoruz. Suat Ahmet'in patronu aslında. Ne zaman olduğunu bilmiyoruz ama cenaze masraflarını Suat karşıladı, belki de karşılayacak. Oğlu mu vardı kızı mı vardı biraz karışık, Arif'in kaç yaşında olduğu da. Sonra Nuran da başka biriyle evli galiba, Suat onun kardeşi. Ya da değil, çok takılmamak lazım. Zaman ve kişiler hep biraz meçhul kalacak, sonuçta 50 yaşındaki Bülent'in babası İrfan 60 yaşında, torununun adı da Yusuf. Gerçekleri çarpıtıyorum, Emir Konuk akıllı olsun.

NOTNOT: Yahu bu seferki sanki birine benzedi ama pek çıkartamıyorum. Şimdi Nuran'ı Suat'la evlendirdik, Suat da nihilizmden Türkiye'ye düştü, Mümtaz da Nuran'ın kardeşi olsa ( hep kıskandım o iti), Cevdet Bey nerede? Ki Arif Muhittin'i döver. Bknz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur ve Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları

12 Ekim 2009 Pazartesi

Faraza

I

Ahmet terliyor. Nedense asfalt yeşil. Güneş yükseldi galiba, yol serapları başladı. Hava sıcak, çantası büyük. Boynunun sol tarafı kaşınıyor, tatlı değil, kesin kızarmıştır: Çantanın kayışı. "Ekmek parası" derdi halası, "işin iyisi kötüsü olmaz". Bir araba geçiyor yanından, sinirli sinirli bakıyor içindeki. Ne yapalım, kaldırım yok.

Yolun kenarında moloz var, kıyısındaki büyükçe bir taşa oturuyor. Yoruldum yahu. Mendilini çıkartıyor. Rahmetli ninem kurbanda verdiydi. Ne ağlamıştım Sümbül'e. Anlatmıştı ama, dedesinin ninesinin dedesi paşaymış, padişahın armağanıymış bu mendil. Nakışları naylon. Terini silince kalkıyor, sanki ayağı acıyormuş gibi sekiyor birkaç kere, sonra da sanki ayakkabısına taş kaçmış gibi. Düşünceli düşünceli başını sallayıp yürüyor.

Nasıl iş bu? Cin gibi çocuk. Para yok, annem de vermez. Akşam bir dışarı çıkayım desem... Lisede başlamayacaktım ben bu işe. Harçlık olur. Sonra öyle kaldı tabi. Askere gitsin gelsin bir bakalım. Geldik işte, dört yıl oldu. Hala harçlık oluyor. Cin gibiydik ya. Şu katalogları alsın, böyle gençlere pek itibar ediyorlar, ağzı da laf yapıyor. Sigortalı. Kendi de okur ansiklopedileri, kendini geliştirir.

Neler hatırlıyorum, neden hatırlıyorum? Ne olmuş o pespaye mendile? Benim pespaye. Sümbül nereden çıktı, yemedim mi sanki? Pespaye ne demek? Paspas. Oniki cilt alana hediye olarak İlyada veriyoruz. Peki efendim, isterseniz bu İngilizce-Türkçe sözlüğü de bırakalım. Sırf ansiklopedi değil ki canım, sözlüklere de çalışsın. Ben de pespayeye çalıştım. İngilizce'sine. Şimdi hatırlamıyorum, üstüme gelmeyin.

Yürümeye devam etti. Hava da iyice ısındı. Sanki havada soğan zarları var da onları yırtarak yürüyor. Isıdan ve ışıktan zarlar bunlar, vücuduna yapışmıyor belki ama hiç bitmiyorlar ki. Bir bitseler, belki durup sakinleşecek. Bitmiyorlar, o da düşünüyor. Vicdanını hissetmek hiç hoş bir şey değil. Sümbül ölür, mendil kalır. Naylon nakış, naylon kayış. Boynunu da rahatsız eder, şeyini de. Ruhunu.

Neydi depoya gelen o çocuğun adı? Neyse neydi, "Sizlerin ruhu doğamadan ölür", "Aşk ile, ruh ile...", başka başka laflar sonra. Anladım tabi, odadaki tüm erkekler anladı. Gidince o kadar çok alay etmiştik ki. Ruhu ve sekreter depodaydı o gün, "burada" "sırt sırta". Ben biliyordum tabi tüm o lafları, her pazarlamacı bilir. Vatan sevgisini ve Allah korkusunu da biliriz. Müşteriler öğretir. İnsanlar hep pazarlamacıların çok konuştuğunu sanıyor. Bana ekmek çiğnetip tülbente sardıran bir kadın vardı be! Fal ve rüya tefsirleri almıştı. Dinimizde büyünün yeri. Alimlerden bir şeyler bir de hadisler galiba. Sonra ne oldu? Duvarda hadis cüzleri, yatakta beyaz dantelli kırmızı şifon yorgan. Kaç kadınla yattım ben? Önce bizim kızlar var. Sonra "kızlar" var. Sonra müşterilerden var birkaç tane. Sonra anlattım ben. İnandılar mı? Hangilerinin olduğunu, hangilerini anlattığımı hatırlamıyorum.

Yol yeşilken hatırlamaya ihtiyacı da yoktu aslında, ama farkında değildi, henüz değil. Korku içinde birikmeye başlamıştı, evet, genelde boş ve berrak zihni ağırlaşmıştı. Hem bir şeyleri unutması tedirgin ediciydi. O ki ikiyüz setlik katalogları aklında tutardı. Yine de teskin edici bir şeyler vardı. Ağırlığın içinden sıcaklık ve yeşil ve huzur sızıyordu. Kelime olmayan düşünceler, ona ait olmayan ama yine de gördüğü şeyler. Çok iyi bildiği şeyler. Bir süre daha böyle yürüdü, sıcaklık azalana ve kelimeler dönene kadar. Aradaki görüntülerden aklında pek bir şey kalmadı.

II

Kelime olan düşünceler, anılarla birlikte döndü. Bu hale bir günde gelmemişti. Aslında her şeyi anlatmayı da denemişti. O sıralar kime anlattığını önemsemiyordu. Kime anlattığını önemsememesi ona dert yaratsaydı, derdinin sebebinin o "kimler" olduğunu bu sayede farkedebilseydi... Olmadı. Onu dinleyen yoktu ki başına dert açsınlar. Aldığı tepkiler sadece utanç yaratabilirlerdi, yarattılar da. "Ahmet çok içli çocuk. Biraz pısırık.", "Kız, ben yokken Ahmet'i eve almayın demedim mi?" O da evlerine gitmedi bir daha. Anlatmadı da.

Kendim de pek bir şey anlamadım çünkü anlatma becerim hiç yoktur. Zaten dinleme becerim de yoktur. Yoksa belki şu sekreterinkinden bir şeyler öğrenebilirdim. Adını hatırlıyorum aslında. Arif. Arif derdim ama benden büyüktü. Hala da öyledir. Bu onun şakasıydı. Ve sekreter için gelmemişti, tesadüfen oradaydı, patronun oğlunun arkadaşı. "Neden orada olduğum farketmez" demişti ama bence eder. Hala da eder. Yoksa beni mahalledeki evlere de alırlardı.

Evlere giremeyince, mahallenin kızlarının abileri de Ahmet'i birahanelere götürdü. Sonra onlar döndü. Ahmet kaldı. Başka birahanelere gitti. Kızlarla tanıştı. Arif'le de birkaç kez karşılaştı, sohbet etti. Arif'in onu anladığını sandı ama emin olamadı. Anlaşılacak bir şey olup olmadığını o zamanlar sorgulamadı.

Her ne olduysa oldu işte. Her zamanki gibi oldu. Yürüdü, sendeledi, yoldaki yeşile düştü, araba kornası. Yeşil ve sıcak hızla kırmızı ve soğuğa dönüştü. Bir keşke bile demedi. Ne olduğunun farkına varmadı, önemsemedi. Böylesi daha iyi.



NOT: Şimdi şu II aslında orada olmayacaktı ama Ahmet pek bir "awkward" idi, öyle bitsin istedim. Belki onun yerine III, IV, V olacaktı, başka başka şeyler anlatacaktım, ama bu bir yazı denemesi, geri dönüp tekrar yazmayacağım diye bir şey de yok. Akın, Özge, Emre kısmen okudu. İyi ifade edilmiş, dişe dokunur olumsuz eleştiri alamadım (belki bir tane, onu da değiştirdim zaten). Göreyim sizi. Yaralı parmağa işeyin. Sıçın bir zahmet.