12 Ekim 2009 Pazartesi

Faraza

I

Ahmet terliyor. Nedense asfalt yeşil. Güneş yükseldi galiba, yol serapları başladı. Hava sıcak, çantası büyük. Boynunun sol tarafı kaşınıyor, tatlı değil, kesin kızarmıştır: Çantanın kayışı. "Ekmek parası" derdi halası, "işin iyisi kötüsü olmaz". Bir araba geçiyor yanından, sinirli sinirli bakıyor içindeki. Ne yapalım, kaldırım yok.

Yolun kenarında moloz var, kıyısındaki büyükçe bir taşa oturuyor. Yoruldum yahu. Mendilini çıkartıyor. Rahmetli ninem kurbanda verdiydi. Ne ağlamıştım Sümbül'e. Anlatmıştı ama, dedesinin ninesinin dedesi paşaymış, padişahın armağanıymış bu mendil. Nakışları naylon. Terini silince kalkıyor, sanki ayağı acıyormuş gibi sekiyor birkaç kere, sonra da sanki ayakkabısına taş kaçmış gibi. Düşünceli düşünceli başını sallayıp yürüyor.

Nasıl iş bu? Cin gibi çocuk. Para yok, annem de vermez. Akşam bir dışarı çıkayım desem... Lisede başlamayacaktım ben bu işe. Harçlık olur. Sonra öyle kaldı tabi. Askere gitsin gelsin bir bakalım. Geldik işte, dört yıl oldu. Hala harçlık oluyor. Cin gibiydik ya. Şu katalogları alsın, böyle gençlere pek itibar ediyorlar, ağzı da laf yapıyor. Sigortalı. Kendi de okur ansiklopedileri, kendini geliştirir.

Neler hatırlıyorum, neden hatırlıyorum? Ne olmuş o pespaye mendile? Benim pespaye. Sümbül nereden çıktı, yemedim mi sanki? Pespaye ne demek? Paspas. Oniki cilt alana hediye olarak İlyada veriyoruz. Peki efendim, isterseniz bu İngilizce-Türkçe sözlüğü de bırakalım. Sırf ansiklopedi değil ki canım, sözlüklere de çalışsın. Ben de pespayeye çalıştım. İngilizce'sine. Şimdi hatırlamıyorum, üstüme gelmeyin.

Yürümeye devam etti. Hava da iyice ısındı. Sanki havada soğan zarları var da onları yırtarak yürüyor. Isıdan ve ışıktan zarlar bunlar, vücuduna yapışmıyor belki ama hiç bitmiyorlar ki. Bir bitseler, belki durup sakinleşecek. Bitmiyorlar, o da düşünüyor. Vicdanını hissetmek hiç hoş bir şey değil. Sümbül ölür, mendil kalır. Naylon nakış, naylon kayış. Boynunu da rahatsız eder, şeyini de. Ruhunu.

Neydi depoya gelen o çocuğun adı? Neyse neydi, "Sizlerin ruhu doğamadan ölür", "Aşk ile, ruh ile...", başka başka laflar sonra. Anladım tabi, odadaki tüm erkekler anladı. Gidince o kadar çok alay etmiştik ki. Ruhu ve sekreter depodaydı o gün, "burada" "sırt sırta". Ben biliyordum tabi tüm o lafları, her pazarlamacı bilir. Vatan sevgisini ve Allah korkusunu da biliriz. Müşteriler öğretir. İnsanlar hep pazarlamacıların çok konuştuğunu sanıyor. Bana ekmek çiğnetip tülbente sardıran bir kadın vardı be! Fal ve rüya tefsirleri almıştı. Dinimizde büyünün yeri. Alimlerden bir şeyler bir de hadisler galiba. Sonra ne oldu? Duvarda hadis cüzleri, yatakta beyaz dantelli kırmızı şifon yorgan. Kaç kadınla yattım ben? Önce bizim kızlar var. Sonra "kızlar" var. Sonra müşterilerden var birkaç tane. Sonra anlattım ben. İnandılar mı? Hangilerinin olduğunu, hangilerini anlattığımı hatırlamıyorum.

Yol yeşilken hatırlamaya ihtiyacı da yoktu aslında, ama farkında değildi, henüz değil. Korku içinde birikmeye başlamıştı, evet, genelde boş ve berrak zihni ağırlaşmıştı. Hem bir şeyleri unutması tedirgin ediciydi. O ki ikiyüz setlik katalogları aklında tutardı. Yine de teskin edici bir şeyler vardı. Ağırlığın içinden sıcaklık ve yeşil ve huzur sızıyordu. Kelime olmayan düşünceler, ona ait olmayan ama yine de gördüğü şeyler. Çok iyi bildiği şeyler. Bir süre daha böyle yürüdü, sıcaklık azalana ve kelimeler dönene kadar. Aradaki görüntülerden aklında pek bir şey kalmadı.

II

Kelime olan düşünceler, anılarla birlikte döndü. Bu hale bir günde gelmemişti. Aslında her şeyi anlatmayı da denemişti. O sıralar kime anlattığını önemsemiyordu. Kime anlattığını önemsememesi ona dert yaratsaydı, derdinin sebebinin o "kimler" olduğunu bu sayede farkedebilseydi... Olmadı. Onu dinleyen yoktu ki başına dert açsınlar. Aldığı tepkiler sadece utanç yaratabilirlerdi, yarattılar da. "Ahmet çok içli çocuk. Biraz pısırık.", "Kız, ben yokken Ahmet'i eve almayın demedim mi?" O da evlerine gitmedi bir daha. Anlatmadı da.

Kendim de pek bir şey anlamadım çünkü anlatma becerim hiç yoktur. Zaten dinleme becerim de yoktur. Yoksa belki şu sekreterinkinden bir şeyler öğrenebilirdim. Adını hatırlıyorum aslında. Arif. Arif derdim ama benden büyüktü. Hala da öyledir. Bu onun şakasıydı. Ve sekreter için gelmemişti, tesadüfen oradaydı, patronun oğlunun arkadaşı. "Neden orada olduğum farketmez" demişti ama bence eder. Hala da eder. Yoksa beni mahalledeki evlere de alırlardı.

Evlere giremeyince, mahallenin kızlarının abileri de Ahmet'i birahanelere götürdü. Sonra onlar döndü. Ahmet kaldı. Başka birahanelere gitti. Kızlarla tanıştı. Arif'le de birkaç kez karşılaştı, sohbet etti. Arif'in onu anladığını sandı ama emin olamadı. Anlaşılacak bir şey olup olmadığını o zamanlar sorgulamadı.

Her ne olduysa oldu işte. Her zamanki gibi oldu. Yürüdü, sendeledi, yoldaki yeşile düştü, araba kornası. Yeşil ve sıcak hızla kırmızı ve soğuğa dönüştü. Bir keşke bile demedi. Ne olduğunun farkına varmadı, önemsemedi. Böylesi daha iyi.



NOT: Şimdi şu II aslında orada olmayacaktı ama Ahmet pek bir "awkward" idi, öyle bitsin istedim. Belki onun yerine III, IV, V olacaktı, başka başka şeyler anlatacaktım, ama bu bir yazı denemesi, geri dönüp tekrar yazmayacağım diye bir şey de yok. Akın, Özge, Emre kısmen okudu. İyi ifade edilmiş, dişe dokunur olumsuz eleştiri alamadım (belki bir tane, onu da değiştirdim zaten). Göreyim sizi. Yaralı parmağa işeyin. Sıçın bir zahmet.

1 yorum:

  1. Efenim,
    Benden beklediğin yorumun düzeyini tahmin edemiyorum ama ben riske girip belki de bu yazıyı sunmadığın %95'lik kesime göre yorum yapacağım. Hani biraz okuyup yarım bırakanlar var ya, onlar. Ben, şahsen, kendim, bu yazı biçimine "deneysel yazı" demiş olup bu yazıların günlerce uğraşılan türden olanlarından çok, bir gündeki düşünce yoğunlaşması ile ortaya çıkan versiyonu üzerine tez çalışmalarımı sürdürmekteyim. Yani elektronik mühendisinin sosyoloji doktora öğrencisi ile tez çalışması yapması gibi bir sonuç çıkar benim yorumumdan, hatta an itibarı ile çıkmaktadır. Kolaya kaçarsam:
    - Karakter betimlemesi kısımlarında, gerçekten karakter betimlemesi değil aslında yaptığın. Başlarda "Ahmet kimmiş lan?" diyenleri bir ip sallayıp çekerken ip çok belli oluyor. Ben, şahsen, kendim, ana arterleri mıcırla döşeyip tali yollara beş katı asfalt döşeyerek yazmayı sevdiğim için garip geliyor olabilir.
    - Ahmet genel olarak çok hızlı yürümüyor mu? Hatta bazen o kadar hızlı ki, aklıma 180 derece bacaklarını açmış, elinde çantasıyla müşteri gezen bir Ahmet karikatürü geldi.
    - Soğan zarı benzetmesi özel olarak çok itici ve zorlama geldi, niye bilmiyorum.
    - Birinci ve üçüncü tekil şahıs bütünleşmesi enteresan. Çalışmam lazım.
    - Birinci kısım bitişi genel gidişata uygun da ikinci kısım niye o kadar "awkward" olmuş, sanki Ahmet'le şizofrenik şeysi içkiyi fazla kaçırmış gibi. Eyvah, aklıma Erkan Yolaç geldi. O kelimeyi söylemeyecektim...
    Faraza II için boş bir anımı kolluyorum. Ya da boş bir "anı"mı.
    Sifonu çektim.

    YanıtlaSil