14 Ocak 2010 Perşembe

Yusuf

I

Yusuf'un hali vakti yerinde. İyi bir eğitim almış, pek bir sıkıntı çekmeden yaşamış. Sıradanlık, samimiyet, ümit gibi takıntıları var. Babası matbaa sahibi Bülent Bey, annesi emekli memur Nuran Hanım. Annesi sinirlerini bozuyor. Birkaç ay önce Yasemin'den ayrılmış. Bir ay önce bir oyun yazmış. Götürdüğü tiyatrocu tanıdığı oyununu beğenmemiş. Sıkıntısını ablasının eski sevgilisi Arif ile paylaşmış. İçki içmiş.

O gece neden Arif'i çağırdığımdan emin değilim. "Arif Abi, seninle biraz konuşalım mı? Bir mesele var da..." dedim telefonda, kuzenimden tokat yediğimde ablama da böyle derdim. Ablam kuzeni azarlar, kuzen onun saçını çeker, ablam teyzeme şikayete giderken kuzen ablamın eteğini kaldırır, ablam tekme atar, kuzen kovalar, intikamımın birkaç sene sonra pek hoş karşılanmamaya başlanacak olan cinsel münasebet alıştırmalarına kurban edildiğini derhal sezen ben de kenardan kederle bu oyunu izlerdim. Böyle şeyleri hep hızlı farkettim. Benim hızlı farkettiğimi de ablam hızlı farketti. Birlikte pek oyun oynayamaz olduk. Araya ergenlik girdi sonra. Meseleler daha karmaşık bir hal almaya başladı. Basit bir meseleyi bile bin dereden geçirmeden getiremiyorum hala. Basit: Beğenilmedim, üzüldüm, teskin etsin diye Arif'i çağırdım. İşin içinde cinsel münasebetler olsaydı ne olduğunu da hemen farkediverirdim.

Her ne sebeple olduysa oldu. Arif'i gecenin bir vakti şehrin öte tarafından çağırdım, o da geldi. Anlattıklarımın gereksizlerine güldü, gereklilerini dinledi. Anlatmadıklarımın çoğunu anladı. Anladığını belli de etmedi. Belli etseydi utanırdım.

-Yahu niye çağırdın beni? Ne bu mesele, anlat artık!

-Bu bir derinlik meselesi aslında. Şarkılar dinlemekten bahsediyorum, ya da şiir okumaktan. Samimiyetten bahsediyorum.

-Saçmalıyorsun.

-E o cilveli orospu da gelmiyor. Daha ufacık bir ergendim de samimiyet benden uzak dururdu. Yeterince olgun değilmişim o zamanlar. “Şimdi?” dedim, “Paran psikologuma yetmez” dedi. Yirmi yıl sonra da kendine genç bir oğlan bulur.

-Ah be evladım, arada bir anlaşılır olmayı denesen?

-Elimden bir şey gelmiyor, ne yapayım? Juliet burun kemiğini törpületip yogaya başlasaydı da her şey anlaşılır olurdu.

-Evet, hem ölmezdi de.

Çoğunluk "Bizi anlamayan biri ile ne kadar samimi olabiliriz?" der. Sonra gidip anneleriyle samimi olurlar. Ben olamam. Annem bundan tam otuz yıl önce evlenmiş, benden çok ileride yani. O yüzden de bana hep yol göstermeye çalıştı. Canımı çok sıktığında, mesela ablamın ilk ciddi sevgilisinin ağzından bana yol gösterirken, ergen olduğunun farkında olan ergen mi olur diye bağırmak istemiştim, sonra bu isteğin de ergenlikten kaynaklandığını fark edip susmuştum. Dedem çok sonraları bana, gülerek, "Rahat bırakın çocuğu dedim, dinletemedim. Sonra baktım sen rahatsın, annen rahatsız..." dediğinde ben de, nedense, gülmüştüm.

-Sözler verirsiniz, tutmamak için de kendinizi değiştirirsiniz. Ben değiştirmem. Ben sizin gibi ciğersiz değilim.

- Hop! Akıllı ol, ciğerimi ye.

-Sevmem. Ablam sever. Annem kaydırağa bindirirdi de benim bayramlıklarım kirlenir diye binemezdim. Ciğerini beğeniyor diye annem onu kayırıyordu.

-Kokusu ellerinden günlerce çıkmıyor diye ciğerleri Zarif'ten getirtmiyor muydu?

Bir sıralama yapacak olsam anlayan ama belli etmeyen dedemin hemen arkasına da anlayıp anlamadığını önemsemeyen babamı koyardım: Bir keresinde "Bir derdin var mı? Olursa söyle" demişti. Kim daha fazlasını ister ki?

-Bülent Bey nasıl?

-İyi. Gezi kitapları okuyor. Artık çok seviyorum onu, dedemi de seviyorum, hatta tanısam büyük büyük dedelerimi de seveceğim gibi bir hissim var, köklerime dönüyorum.

-Sen babanı hep severdin.

-Doğru. Bir ara baba-oğul-kutsal dede olabileceğimizi bile umdum. Önce karanlık vardı ve tanrı-baba "kitap ol" dedi ve kitap oldu. Birkaç bin yıl sonra da kutsal dede bana “Oku!” diyecekti ama daha okula gitmiyordum.

-Yine başlama.

-Başlayamadım ben. Bir gün öğrendim ki kitapları sen yazıyormuşsun, Cafer Usta basıyormuş. Benim rolüm de babamınki kadar bile değilmiş. En azından onu kapıdan kovmuyorlar.

“Sorgulamalar yüzünden sorgulanacak bir şey yaşayamayacağım.” Ben yaşadım, tüm yaşantılarım güdük kaldı, o kadar. O kadar da kötü değil, hayır, sadece o kadar. Bak, dertleşmem bile güdük kaldı, ama bak, kaç kişi benim gibi dertleşebilirdi? Kim her gece kendini kendine anlatabilir? Kim kendini ama sadece kendini sürekli hatırlayabilir? Bak, sarhoş rüyalarımı bile sorgulamalarla başlatırım ben, sarhoşluğumun da farkına varırım ki saçmalamayayım. Ve bunu da saçmalamadığımı kanıtlamak için söylediğimi farkederim, ve bunu da söylerim ki kibirli olmayayım ve bunu da farkederim ki uyandığımda farkındalığımın yüksekliğini hatırlayayım ve bunu da söylerim ki...


II


İçki sonrası sabahları sevmem. Bir kadeh bile içsem gecem sıkıntılı geçer, bu sefer de farklı olmuyor. Tüm gece kabus görüyorum. Aklım kabuslarımın etkisinde, tedirgin bir ruh haliyle uyanıyorum. Üzerime üzerime gelen bir kutsal kitap beni de herkes kadar korkutabiliyor demek ki. Detaylarını hatırlayamıyorum ama rüyamdaki devasa kitap havada duruyor. Gölgesinde saklanan türlü dehşetin bilgisi, rüyaların adeti olduğu üzere, aklımda beliriveriyor. Titrek, sırıtmaya çalışıyorum ama kitap anlıyor... Korkum tahammülümü aşarken uyanıyorum.

Evin cesur horozunun, sesiyle karanlığın şeylerini karanlığa geri yolladığı bir masal hatırlıyorum. Biz küçük çocuklar horozun ötüşüyle uyanıp tıpır tıpır adımlarımızla kapının eşiğine gelince sadece güneşi bulalım diye hepimizden erken kalkıyordu. Gerçekte ise sidik zoru ve saat sesi ile uyandığım için eşikte bulacaklarımdan fena halde korkuyorum. Üstelik dün akşam tavuk da yedim. Yataktan çıkıyorum.

Dışarı çıkmadan önce bir şeyler atıştırmak için mutfağa gidiyorum. Aklımda, belki rüyamın da etkisiyle, kutsal kitaplar ve şeytan var. Kendini mağlup etmiş şeytan. "Ateştenim" diye böbürlenmiş, sevgiye mazhar insanı kıskanmış. Ben de şeytanım, hiçbir çaba harcamadan sahip oldukları o ışığı kıskanıyorum ben de.

Sadece kıskanmakla kalsaydım belki Yasemin'le de kalabilirdim. Herkes gibi benim de en çok kıskandığım şey sevgilimin mutluluğu olurdu. Yaşım ilerledikçe olgunlaşır, mutluluğuna ortak bile olurdum. Gerçek sorun kıskançlık değildi, hayır, kıskandığım şeyi gerçekten isteyebilseydim eğer, kıskançlıkla da başedebilirdim.

Bir yerlerde aldatıldım sanırım. Kimse çıkıp bana bu işin aslını anlatamaz mıydı? Şeytanın hikayesini gerçekten anlasaydım bu hale düşmezdim belki. Tehlikenin çift uçlu olduğunu çok geç farkettim.

Aslında farketmesi de çok zor bir tehlikeydi bu çünkü hikaye yalın güzellikte başlıyor. Ben şeytan, kimseye bir zararı yahut kimseden bir beklentisi olmayan bu güzelliği görüyorum (sonrası karışık). Bir noktada o güzelliği ben de istiyorum. Ama gerçekten güzel olup olmadığından da şüphe ediyorum. Güzelliği istemeye devam ediyor, ona ulaşmak için çaba da harcıyorum. Biraz yaklaşabiliyor ama sonuçta başarısız oluyorum. Bu arada yaklaştıkça artan şüphem önce endişeye sonra gerçeğe varıyor: O çok güzel sandığım, (heyhat!) alelade vasat imiş! Bir adım daha ve kurtarılamaz haldeyim artık: Aynı anda hem arzuyu hem de tiksintiyi hissediyorum. Cennetten kovuluyor, bayağılıkla müstahkem bu dünyada mahpus kalıyorum. Mutfakta bulduğum pörsümüş elmayı (ki Yasemin çok sever) yiyorum ben de.

Elmanın tadı damağımda, evden çıkıyorum. Hava güzel. Sokağın durumu (nasıl demeli?) pek bir garip! Ruh halim algımı etkiliyor derdim belki ama ruh halim nicedir aynı, görüntü ise ilk kez bu kadar... Detaylı? Sarih? Sarih. Şu kızın ayakkabısı bir ayakkabı mesela. Yani demeye çalıştığım şu ki... Bir ayakkabısı var. Kızdan bağımsız, orada ayağında duruyor. Bağcıkları var. Varlar yani. Uzun zamandır yoktular, sadece kız vardı. Sadece yoldan geçen arabalar vardı (dikkat etmezlerse çarparlar), ya da kaldırımdaki elektrik direkleri vardı (dikkat etmezsem çarparım). Şimdi arabaların camları var mesela, direklerin üzerinde sayılar var.

Birkaç saat sokağın tadını çıkardıktan sonra bildiğim bir mekana giriyorum. Burası o kadar "var" ki eşya neredeyse “Bana bak, ben buradayım!” diye bağırıyor. Nargilemin marpucu parlıyor. Oturduğum koltuğun döşemesi aşınmış, parlıyor. Közün harlı yerleri kızıl kızıl parlıyor. Her birinin hakkını verip her birini bir süre inceliyorum. Yerli yerindeler ve ben de burada kendi yerimdeyim. Dumandan halkalar üflemeye çalışıyorum. Dağılıyorlar, bir daha deniyorum. Köşedeki herif göz ucuyla hareketlerimi izliyor. Birazdan o da halka yapmayı deneyecek, biliyorum.

Burayı seviyorum, kokusu, sesi ve ışığıyla bana bir şey hatırlatıyor sanki. Nasıl olmuş da daha sık gelmemişim? İçimdeki ferahlık artıyor. İçtiğim ikinci kahve ile dedemin kelimeleri de kendilerine uygun birer yer buluveriyorlar. Müphem keyifler fıtratımın sırlarına haizmişcesine şuurumu işgal ediyor. Parça parça zihnimle huzurlu, çevreyi seyre dalıyorum.





NOT: Cidden sevmiyorum bu herifi. Tamam mı devam mı gençler? Olaylara mı girsem yoksa önce Yasemin'le bir sohbetlerini vereyim mi? Çok iğrenç olur mu? Ben kaldırabilir miyim? Yusuf aslında iyi adam da çok mu üstüne gidiyorum? Bildiğimi okuyacam illa da nasıl okusam?

NOTNOT: Hoov, tecrübe olsun deyu birinci şahıs girdik amma bütünlük kaçar gibi mi olmuş ikinci kısımda ne? Zırt pırt birkaç kelime ekleyip çıkartıp duruyorum. Çok ufak şeylere mi takılıyorum yoksa? Bana bütünlük var, e ama bu Yusuf maltozorunu biliyom ne de olsa, okuyana var mı?


22 Ekim 2009 Perşembe

Faraza II

Odanın kuzeybatı güneydoğu köşegeninin üst orta tarafında bir yerlerde, köşegenin ilk çeyreğinin bitiminden hemen iki karış ileride yere oturmuş, saçları ağarmakta, uzunca boylu bir beyefendi ardarda altıncı sigarasını da halıya silkeleyip ayağa kalkıyor. Uzun süre orada oturduğundan olsa gerek, ayağa kalkarken zorlanıyor, hep cilalı ayakkabılarının üzerinde eğreti dikiliyor. Ayakkabılarına bakıyor, sol tekinin solunda izmaritlerin dördü, altında küllerin çoğu var, sağ tekinin sol yanı küllenmiş. Tüm dikkatiyle kül desenini inceliyor, dalgın. Yoksa ne bu pahalı halıyı berbat eder, ne de o çok kıymetli ve özenle diktirilmiş takım elbisesini kırıştırırdı. Eğilip cüzdanını yerden alıyor. Siyah deri bir cüzdan bu, üzeri ufak ufak pullarla kaplı gibi, bu da pahalı bir şey. İçinden birkaç kağıt çıkartıp, sekize katlanmış birini ağır ağır açıyor. Yere düşen cüzdanın içinden savrulan bir diğerinin üzerinden kimlik bilgileri okunuyor: Suat Bülent Kurtulmuş. Elli yıl önce ülkenin ortalarında bir yerlerde, artık var olmayan bir ilçede doğmuş. Babasının adı İrfan, annesininki Behiye, nüfus müdürünün adı Murat. En az onbeş yıllık fotoğrafta saçları henüz siyah.

Çocukluğu da bu kırk küsür yıllık evde geçti Bülent Bey'in. Babası ki şimdi Bülent Bey'in teyzesi Makbule Hanım ile şehrin merkezinde bir dairede yaşamaktadır, kırk yıl önce çocuklarına miras bırakacağı en önemli şeyin bu ev olduğu gibi bir şeyler geveliyordu sık sık, dostları ise "Yok efendim, biraz çakırkeyf oldunuz, o yüzden böyle konuşuyorsunuz." diyerek gönlünü alıyorlardı İrfan Bey'in. Behiye Hanım görünürlerde yoktu. Evi pek beğenmemişti. Sahiden de şehrin en zengin muhitinde bahçe tulumbası yaptırılmazdı. Şöyle işlemeli bir döküm tulumba dekor olarak kabul edilebilir, ama mazotlu pompa hiç olmazdı! İrfan Bey'in eski ile yeninin karışımını pek bir beğenmesine rağmen Behiye Hanım her şeyin eskisini makbul sayar, bu zıtlık tüm kavgalarının yegane temeli olur, birbirlerinden hoşlanmayan bu iki insanın hayatlarını da iyiden iyiye zehir ederdi. Tüm tarafların hayrına ( maazallah Behiye Hanım evi terk edebilirdi), bu tulumba kavgası pek sürememişti aslında. Behiye Hanım kısa süre sonra İrfan Bey'i dul, bıyıkları yeni terlemekte olan Bülent'i de öksüz bırakarak aile büyüklerinin yanına intikal etmişti. Bu aile büyükleri her bayram öncesinde Bülent Bey'in rüyalarına girip birer ziyaret talep ederler, Bülent Bey ise hep sıkışık olan bütçesini zorlayarak mermerleri ve mezar taşlarını altı ayda bir elden geçirtir ve rüyaların tüm seneye yayılmayacağını umardı. Son iki senedir, kendi söylediğine bakılırsa, ölülerin ruhları değil ama canlıların arsızlıkları Bülent Bey'in rüyalarını kabusa çeviriyor. Mermerlere harcanacak para artık bu ticaret ahlakından uzak, cimri ve ketum insanlara gidiyor. Bir nevi kamu hizmeti yapan Bülent Bey son yıllarını insanların bu anlayışsızlıklarına hayret ederek ve paralarını aldıklarında bir anda hoşsohbet ve diğerkam oluşlarından tiksinerek geçiriyor. İçine ayrı dert olan ve nedenini şiddetle merak ettiği kabuslarında neredeyse her gece gözükmeye başlayan annesi ona böyle öğretmemişti. Terbiye geçmiş zamanda ve rüyalarında kalmış bir desen artık onun için, yahut Nuran'ın söylediği gibi babasının o ağır ve yapışkan havası Suat'ı öyle sarıp sarmalamış ki bir değil iki yüzyıl geriden, herhangi bir yetişme ümidi veya arzusu olmadan, matbaasının ancak düğün davetiyesi basabildiği, yayınevininse mahalle kütüphanelerine bakanlık onaylı yüz eser veya yüzyılın ilk yarısından kalma ansiklopediler satabildiğini fark etmeden aramızda yaşıyor. Bir anlamda babasından çok daha geride. Ne de olsa şimdilerde adı İrfan Efendi olan kayınpederi zamanın farkında, geçmişi yaşamaktansa hatırlamayı tercih ediyor ve belki de en önemlisi: Fikri soruluyor. Bülent Bey kendisine de danışanlar bulunduğunu, mesela Esin'in tanıştırdığı şu delikanlının daha geçenlerde ona yayıncılık hakkında sorular sorduğunu söylese de Esin ve Nuran bunun sadece müstakbel bir yazarın nezaketi olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca Esin, Arif'in büyük ihtimalle yayıncılığı babasından daha iyi bildiğini savunuyor. Evet, Bülent Bey'e herkes saygı duyuyor ama karısı ve kızı değil.

Suat, Nuran Bülent Bey'e yalnızken öyle derdi, cüzdanını ve yere düşmüş kağıtları topluyor, buğulanmış gözlerini gömleğinin manşeti ile ovuşturup, hala elinde tuttuğu mahkeme celbini gömlek cebine koyuyor. Eğilip ceketini alıyor yerden, ceket de küllenmiş, üstelik bir yarısı otururken altında kalmış ve öyle bir iki silkelemeyle düzelmeyecek kadar kırışmış. En azından külleri temizliyor Bülent Bey, bilinçsizce, çünkü kırışıklığı farketmiyor bile. Ceketini giymeden iç cebini kurcalıyor, dört kol düğmesini buluyor, gömleğine takıyor, ceketi giyip evden çıkıyor. Düğmeleri kızı hediye etmişti geçen sene, o da gömleğine takmadan önce, kızını hastanenin doğum kanadında ( hemen o gün üzerine Esin Kurtulmuş yazdırdığı) pembe bir beşikte ilk kez görmüş de bilmediği garip bir duyguyla yaklaşmış, ömrü boyunca nasıl yapması gerektiğini düşünmeden yaptığı tek hareketle uzanıp yanağına dokunduğu gibi dokunmuştu düğmelere. Düğmelere bakarken belki aklından da bunlar geçiyordu, çünkü Suat duygularını ellerinde tutmayı, olması gerekene biçimlendirmeyi sever, yakınlarının hangi duyguyu nasıl yaşadığını bilmesini ister ve bunun için de elinden geleni yapardı. Nuran'ın deyimiyle"hep küçük bir piyeste gibi". Fakat sanki karısının mahkeme eliyle vurduğu bu darbe ona tüm bunları unutturdu ve Suat Suat olmaktan elli yaşında vazgeçti. Akşam eve döndüğünde başka bir Suat olacaktı, gözlerinden ve yürüyüşünden değiştiği, hem de elli yıl boyunca büyüyen ama bir türlü serpilemeyen o değişikliğin öyle ani geldiği anlaşılıyordu ki tüm ömrünce gizliden gizliye bunu beklemesine rağmen yine de gözlerinde sevinçli bir bakış, hareketlerinde bir telaş vardı.

NOT: Ala, ala diyoruz. Suat Ahmet'in patronu aslında. Ne zaman olduğunu bilmiyoruz ama cenaze masraflarını Suat karşıladı, belki de karşılayacak. Oğlu mu vardı kızı mı vardı biraz karışık, Arif'in kaç yaşında olduğu da. Sonra Nuran da başka biriyle evli galiba, Suat onun kardeşi. Ya da değil, çok takılmamak lazım. Zaman ve kişiler hep biraz meçhul kalacak, sonuçta 50 yaşındaki Bülent'in babası İrfan 60 yaşında, torununun adı da Yusuf. Gerçekleri çarpıtıyorum, Emir Konuk akıllı olsun.

NOTNOT: Yahu bu seferki sanki birine benzedi ama pek çıkartamıyorum. Şimdi Nuran'ı Suat'la evlendirdik, Suat da nihilizmden Türkiye'ye düştü, Mümtaz da Nuran'ın kardeşi olsa ( hep kıskandım o iti), Cevdet Bey nerede? Ki Arif Muhittin'i döver. Bknz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur ve Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları

12 Ekim 2009 Pazartesi

Faraza

I

Ahmet terliyor. Nedense asfalt yeşil. Güneş yükseldi galiba, yol serapları başladı. Hava sıcak, çantası büyük. Boynunun sol tarafı kaşınıyor, tatlı değil, kesin kızarmıştır: Çantanın kayışı. "Ekmek parası" derdi halası, "işin iyisi kötüsü olmaz". Bir araba geçiyor yanından, sinirli sinirli bakıyor içindeki. Ne yapalım, kaldırım yok.

Yolun kenarında moloz var, kıyısındaki büyükçe bir taşa oturuyor. Yoruldum yahu. Mendilini çıkartıyor. Rahmetli ninem kurbanda verdiydi. Ne ağlamıştım Sümbül'e. Anlatmıştı ama, dedesinin ninesinin dedesi paşaymış, padişahın armağanıymış bu mendil. Nakışları naylon. Terini silince kalkıyor, sanki ayağı acıyormuş gibi sekiyor birkaç kere, sonra da sanki ayakkabısına taş kaçmış gibi. Düşünceli düşünceli başını sallayıp yürüyor.

Nasıl iş bu? Cin gibi çocuk. Para yok, annem de vermez. Akşam bir dışarı çıkayım desem... Lisede başlamayacaktım ben bu işe. Harçlık olur. Sonra öyle kaldı tabi. Askere gitsin gelsin bir bakalım. Geldik işte, dört yıl oldu. Hala harçlık oluyor. Cin gibiydik ya. Şu katalogları alsın, böyle gençlere pek itibar ediyorlar, ağzı da laf yapıyor. Sigortalı. Kendi de okur ansiklopedileri, kendini geliştirir.

Neler hatırlıyorum, neden hatırlıyorum? Ne olmuş o pespaye mendile? Benim pespaye. Sümbül nereden çıktı, yemedim mi sanki? Pespaye ne demek? Paspas. Oniki cilt alana hediye olarak İlyada veriyoruz. Peki efendim, isterseniz bu İngilizce-Türkçe sözlüğü de bırakalım. Sırf ansiklopedi değil ki canım, sözlüklere de çalışsın. Ben de pespayeye çalıştım. İngilizce'sine. Şimdi hatırlamıyorum, üstüme gelmeyin.

Yürümeye devam etti. Hava da iyice ısındı. Sanki havada soğan zarları var da onları yırtarak yürüyor. Isıdan ve ışıktan zarlar bunlar, vücuduna yapışmıyor belki ama hiç bitmiyorlar ki. Bir bitseler, belki durup sakinleşecek. Bitmiyorlar, o da düşünüyor. Vicdanını hissetmek hiç hoş bir şey değil. Sümbül ölür, mendil kalır. Naylon nakış, naylon kayış. Boynunu da rahatsız eder, şeyini de. Ruhunu.

Neydi depoya gelen o çocuğun adı? Neyse neydi, "Sizlerin ruhu doğamadan ölür", "Aşk ile, ruh ile...", başka başka laflar sonra. Anladım tabi, odadaki tüm erkekler anladı. Gidince o kadar çok alay etmiştik ki. Ruhu ve sekreter depodaydı o gün, "burada" "sırt sırta". Ben biliyordum tabi tüm o lafları, her pazarlamacı bilir. Vatan sevgisini ve Allah korkusunu da biliriz. Müşteriler öğretir. İnsanlar hep pazarlamacıların çok konuştuğunu sanıyor. Bana ekmek çiğnetip tülbente sardıran bir kadın vardı be! Fal ve rüya tefsirleri almıştı. Dinimizde büyünün yeri. Alimlerden bir şeyler bir de hadisler galiba. Sonra ne oldu? Duvarda hadis cüzleri, yatakta beyaz dantelli kırmızı şifon yorgan. Kaç kadınla yattım ben? Önce bizim kızlar var. Sonra "kızlar" var. Sonra müşterilerden var birkaç tane. Sonra anlattım ben. İnandılar mı? Hangilerinin olduğunu, hangilerini anlattığımı hatırlamıyorum.

Yol yeşilken hatırlamaya ihtiyacı da yoktu aslında, ama farkında değildi, henüz değil. Korku içinde birikmeye başlamıştı, evet, genelde boş ve berrak zihni ağırlaşmıştı. Hem bir şeyleri unutması tedirgin ediciydi. O ki ikiyüz setlik katalogları aklında tutardı. Yine de teskin edici bir şeyler vardı. Ağırlığın içinden sıcaklık ve yeşil ve huzur sızıyordu. Kelime olmayan düşünceler, ona ait olmayan ama yine de gördüğü şeyler. Çok iyi bildiği şeyler. Bir süre daha böyle yürüdü, sıcaklık azalana ve kelimeler dönene kadar. Aradaki görüntülerden aklında pek bir şey kalmadı.

II

Kelime olan düşünceler, anılarla birlikte döndü. Bu hale bir günde gelmemişti. Aslında her şeyi anlatmayı da denemişti. O sıralar kime anlattığını önemsemiyordu. Kime anlattığını önemsememesi ona dert yaratsaydı, derdinin sebebinin o "kimler" olduğunu bu sayede farkedebilseydi... Olmadı. Onu dinleyen yoktu ki başına dert açsınlar. Aldığı tepkiler sadece utanç yaratabilirlerdi, yarattılar da. "Ahmet çok içli çocuk. Biraz pısırık.", "Kız, ben yokken Ahmet'i eve almayın demedim mi?" O da evlerine gitmedi bir daha. Anlatmadı da.

Kendim de pek bir şey anlamadım çünkü anlatma becerim hiç yoktur. Zaten dinleme becerim de yoktur. Yoksa belki şu sekreterinkinden bir şeyler öğrenebilirdim. Adını hatırlıyorum aslında. Arif. Arif derdim ama benden büyüktü. Hala da öyledir. Bu onun şakasıydı. Ve sekreter için gelmemişti, tesadüfen oradaydı, patronun oğlunun arkadaşı. "Neden orada olduğum farketmez" demişti ama bence eder. Hala da eder. Yoksa beni mahalledeki evlere de alırlardı.

Evlere giremeyince, mahallenin kızlarının abileri de Ahmet'i birahanelere götürdü. Sonra onlar döndü. Ahmet kaldı. Başka birahanelere gitti. Kızlarla tanıştı. Arif'le de birkaç kez karşılaştı, sohbet etti. Arif'in onu anladığını sandı ama emin olamadı. Anlaşılacak bir şey olup olmadığını o zamanlar sorgulamadı.

Her ne olduysa oldu işte. Her zamanki gibi oldu. Yürüdü, sendeledi, yoldaki yeşile düştü, araba kornası. Yeşil ve sıcak hızla kırmızı ve soğuğa dönüştü. Bir keşke bile demedi. Ne olduğunun farkına varmadı, önemsemedi. Böylesi daha iyi.



NOT: Şimdi şu II aslında orada olmayacaktı ama Ahmet pek bir "awkward" idi, öyle bitsin istedim. Belki onun yerine III, IV, V olacaktı, başka başka şeyler anlatacaktım, ama bu bir yazı denemesi, geri dönüp tekrar yazmayacağım diye bir şey de yok. Akın, Özge, Emre kısmen okudu. İyi ifade edilmiş, dişe dokunur olumsuz eleştiri alamadım (belki bir tane, onu da değiştirdim zaten). Göreyim sizi. Yaralı parmağa işeyin. Sıçın bir zahmet.

6 Eylül 2009 Pazar

of of of

dayanılır gibi değil. şimdi eşeğinsikini biliyorsunuz. ork mesela. yalan içine kaç yalan koyulur canım grishnakh'ım benim? hasan da aşk yapmış. bu blog işi iyi oldu. real-time olunca detaylı takip edecek ilgiyi bulamıyorum, benim streaming teknolojim pek yeterli değil. ne yaparsınız, çok bad sector var, bütün o memory failure hataları yok yere değil. canavara selam.

şimdi oblomov sadece şişman değildi. bir ork da sadece şişman değildir. peki şimdi bir katman aşağıdaki yalan? hmm. ben yalnızım. bir aşağıda? salak herifler, hepiniz öylesiniz. bir aşağıda da kola şişeleri arasında zırlayan çizgili pijama. bir aşağıda? keraneci. daha ne gider kim bilir, sırası bile farklıdır allah bilir. laikliğe dikkat.

yahu ama hep aynı olunmak zorunda mı? yani niye bu kadar sıradan? ulan sıradışılığı sıradanlaştırdık. iyi. hasan da bisikleti bir tarafına... hayır canavar dahi "beni anlamayanlar, bilemeyenler" demek zorunda kaldıysa... e ama yarak kafa anlaşılmamak için baston yutmuş gibi gezen sen değil misin? dur, o emre'ydi. şemsiye. hatlarımı karıştırdınız iyice, kimin siki kimin beyninde belli değil. yuha senin hatlarına! mina urgan'ın da ingilizce'sine yuha.

eşeğinsiki benim beynimde, onu karıştırma. esin gürleyin şimdi. ha bi de janer'le adaş var, dur dur! doğuştan süveter bir yana, savunmasını inceledim keratanın. bir an bana yazmış sandım, sanmadım değil şimdi. hoş doublethink'i unutmuşunuz sanki canlarım. finite state machine olduğumuz varsayılmış. synchronous da olmuşuz. bak hasan ne güzel yapıyor? aynı anda aşık yapıp analiz de eder oluvermiş. asynchronous. hatta finite da değil, di mi? bak ork'a. finite değil o katmanlar. vah benim canlarım. snowflake canlar. yakında menstrüasyonlarımız da örtüşür.

30 Ağustos 2009 Pazar

eşeğinsiki (ya ne olacağıdı?)

edward norton'un içinden brad pitt çıksa bizim de içimizden zik çıkar. eşeğin. şimdi emre(ucuz) dedi ki- bir şeyler dedi. şimdi evet. neydi? ben kıyafetlerim değilim, hmm, ben işim değilim? evet. ben işim değilim. işin değilsin tabi, eşeğinsikisin. mesela sigara satan elektronik mühendisisin (ifl ozan). bulaşık deterjanı satan kimya mühendisi (muhlis)? evet.

kesinlikle işleri değiller. mesela dinledikleri müzik olabilirler. ibo ve eric clapton belki? ya da belki siyasi görüşleridirler. oktay ekşi mesela? hmm. oldu bu. gerçek hayat benim dm'lik yeteneklerimi hep çok aşıyor, hakaret etmek konusunda kendimi oldukça başarılı da görürüm. ama işte, yukarıdakiyle hakarette de yarışılmıyor. adamı eşeğinsiki yapmış, bana diyecek bir şey kalmamış.

ya da kalmış. nereden baksan bir derviş sayılırım. eşeğinsiki dervişhanesinden iki ölçek buğday almaya gelseniz. eğri sik bile giremez. benden sonraki şeyhiniz yucuz emre. hem benim adım da emre sayılır, tarhin bu tekerrürü gözlerimi yaşarttı. şiir yaz lan! benden taktuk diye bahset.

ben büyüdüm, mutlu ve tatmin edici bir hayat sürüyorum. ama işimi karıştırmayın. günümün uyumaktan arta kalan zamanı 16 saat mi? bunun 10 saati belki işimle ilgili. ama yooo, ben işim değilim. okuduğum kitaplarım mesela. beni karı kız meselelerimle anın. ben de öyle anırayım. ben kimim cancağızım? eşeğinsikisin tabi.

ah be emre, ne yaptın gene? bana bu "şey"lerin varlığını hatırlatıyorsun, acı çekiyorum. ben eski ben değilim ki genelleştireyim de rahatlayalım. sen ozan diyorsun, ben o zikin ucuna yapışıp taşakları sende buluyorum. e ama bulmak istemiyorum. ruşen çakır bizi döküldüğümüz kalıptan çıkarmıyor ki!

ama neden farkettiriyorsun? herkesi gözüktüğü gibi seviyordum ben, şimdi ortalık malafat doldu.

şimdi bana yardım edin, kendinizi eşeğinsiki olarak tanıtın. baştan bir deneyelim.

27 Mart 2009 Cuma

sarhoş

i like sarhoş. akın dedi ki ben sarhoş değilim. ben sarhoşum. oh. eşeğinsikini seviyorum bu arada.

20 Mart 2009 Cuma

tahta kuruldu, eşeğinsiki bile bunu görebilir

eşeğinsiki geliyor emre, hızlı ve sert vuracak, arada akın da kaynayacak.