14 Ocak 2010 Perşembe

Yusuf

I

Yusuf'un hali vakti yerinde. İyi bir eğitim almış, pek bir sıkıntı çekmeden yaşamış. Sıradanlık, samimiyet, ümit gibi takıntıları var. Babası matbaa sahibi Bülent Bey, annesi emekli memur Nuran Hanım. Annesi sinirlerini bozuyor. Birkaç ay önce Yasemin'den ayrılmış. Bir ay önce bir oyun yazmış. Götürdüğü tiyatrocu tanıdığı oyununu beğenmemiş. Sıkıntısını ablasının eski sevgilisi Arif ile paylaşmış. İçki içmiş.

O gece neden Arif'i çağırdığımdan emin değilim. "Arif Abi, seninle biraz konuşalım mı? Bir mesele var da..." dedim telefonda, kuzenimden tokat yediğimde ablama da böyle derdim. Ablam kuzeni azarlar, kuzen onun saçını çeker, ablam teyzeme şikayete giderken kuzen ablamın eteğini kaldırır, ablam tekme atar, kuzen kovalar, intikamımın birkaç sene sonra pek hoş karşılanmamaya başlanacak olan cinsel münasebet alıştırmalarına kurban edildiğini derhal sezen ben de kenardan kederle bu oyunu izlerdim. Böyle şeyleri hep hızlı farkettim. Benim hızlı farkettiğimi de ablam hızlı farketti. Birlikte pek oyun oynayamaz olduk. Araya ergenlik girdi sonra. Meseleler daha karmaşık bir hal almaya başladı. Basit bir meseleyi bile bin dereden geçirmeden getiremiyorum hala. Basit: Beğenilmedim, üzüldüm, teskin etsin diye Arif'i çağırdım. İşin içinde cinsel münasebetler olsaydı ne olduğunu da hemen farkediverirdim.

Her ne sebeple olduysa oldu. Arif'i gecenin bir vakti şehrin öte tarafından çağırdım, o da geldi. Anlattıklarımın gereksizlerine güldü, gereklilerini dinledi. Anlatmadıklarımın çoğunu anladı. Anladığını belli de etmedi. Belli etseydi utanırdım.

-Yahu niye çağırdın beni? Ne bu mesele, anlat artık!

-Bu bir derinlik meselesi aslında. Şarkılar dinlemekten bahsediyorum, ya da şiir okumaktan. Samimiyetten bahsediyorum.

-Saçmalıyorsun.

-E o cilveli orospu da gelmiyor. Daha ufacık bir ergendim de samimiyet benden uzak dururdu. Yeterince olgun değilmişim o zamanlar. “Şimdi?” dedim, “Paran psikologuma yetmez” dedi. Yirmi yıl sonra da kendine genç bir oğlan bulur.

-Ah be evladım, arada bir anlaşılır olmayı denesen?

-Elimden bir şey gelmiyor, ne yapayım? Juliet burun kemiğini törpületip yogaya başlasaydı da her şey anlaşılır olurdu.

-Evet, hem ölmezdi de.

Çoğunluk "Bizi anlamayan biri ile ne kadar samimi olabiliriz?" der. Sonra gidip anneleriyle samimi olurlar. Ben olamam. Annem bundan tam otuz yıl önce evlenmiş, benden çok ileride yani. O yüzden de bana hep yol göstermeye çalıştı. Canımı çok sıktığında, mesela ablamın ilk ciddi sevgilisinin ağzından bana yol gösterirken, ergen olduğunun farkında olan ergen mi olur diye bağırmak istemiştim, sonra bu isteğin de ergenlikten kaynaklandığını fark edip susmuştum. Dedem çok sonraları bana, gülerek, "Rahat bırakın çocuğu dedim, dinletemedim. Sonra baktım sen rahatsın, annen rahatsız..." dediğinde ben de, nedense, gülmüştüm.

-Sözler verirsiniz, tutmamak için de kendinizi değiştirirsiniz. Ben değiştirmem. Ben sizin gibi ciğersiz değilim.

- Hop! Akıllı ol, ciğerimi ye.

-Sevmem. Ablam sever. Annem kaydırağa bindirirdi de benim bayramlıklarım kirlenir diye binemezdim. Ciğerini beğeniyor diye annem onu kayırıyordu.

-Kokusu ellerinden günlerce çıkmıyor diye ciğerleri Zarif'ten getirtmiyor muydu?

Bir sıralama yapacak olsam anlayan ama belli etmeyen dedemin hemen arkasına da anlayıp anlamadığını önemsemeyen babamı koyardım: Bir keresinde "Bir derdin var mı? Olursa söyle" demişti. Kim daha fazlasını ister ki?

-Bülent Bey nasıl?

-İyi. Gezi kitapları okuyor. Artık çok seviyorum onu, dedemi de seviyorum, hatta tanısam büyük büyük dedelerimi de seveceğim gibi bir hissim var, köklerime dönüyorum.

-Sen babanı hep severdin.

-Doğru. Bir ara baba-oğul-kutsal dede olabileceğimizi bile umdum. Önce karanlık vardı ve tanrı-baba "kitap ol" dedi ve kitap oldu. Birkaç bin yıl sonra da kutsal dede bana “Oku!” diyecekti ama daha okula gitmiyordum.

-Yine başlama.

-Başlayamadım ben. Bir gün öğrendim ki kitapları sen yazıyormuşsun, Cafer Usta basıyormuş. Benim rolüm de babamınki kadar bile değilmiş. En azından onu kapıdan kovmuyorlar.

“Sorgulamalar yüzünden sorgulanacak bir şey yaşayamayacağım.” Ben yaşadım, tüm yaşantılarım güdük kaldı, o kadar. O kadar da kötü değil, hayır, sadece o kadar. Bak, dertleşmem bile güdük kaldı, ama bak, kaç kişi benim gibi dertleşebilirdi? Kim her gece kendini kendine anlatabilir? Kim kendini ama sadece kendini sürekli hatırlayabilir? Bak, sarhoş rüyalarımı bile sorgulamalarla başlatırım ben, sarhoşluğumun da farkına varırım ki saçmalamayayım. Ve bunu da saçmalamadığımı kanıtlamak için söylediğimi farkederim, ve bunu da söylerim ki kibirli olmayayım ve bunu da farkederim ki uyandığımda farkındalığımın yüksekliğini hatırlayayım ve bunu da söylerim ki...


II


İçki sonrası sabahları sevmem. Bir kadeh bile içsem gecem sıkıntılı geçer, bu sefer de farklı olmuyor. Tüm gece kabus görüyorum. Aklım kabuslarımın etkisinde, tedirgin bir ruh haliyle uyanıyorum. Üzerime üzerime gelen bir kutsal kitap beni de herkes kadar korkutabiliyor demek ki. Detaylarını hatırlayamıyorum ama rüyamdaki devasa kitap havada duruyor. Gölgesinde saklanan türlü dehşetin bilgisi, rüyaların adeti olduğu üzere, aklımda beliriveriyor. Titrek, sırıtmaya çalışıyorum ama kitap anlıyor... Korkum tahammülümü aşarken uyanıyorum.

Evin cesur horozunun, sesiyle karanlığın şeylerini karanlığa geri yolladığı bir masal hatırlıyorum. Biz küçük çocuklar horozun ötüşüyle uyanıp tıpır tıpır adımlarımızla kapının eşiğine gelince sadece güneşi bulalım diye hepimizden erken kalkıyordu. Gerçekte ise sidik zoru ve saat sesi ile uyandığım için eşikte bulacaklarımdan fena halde korkuyorum. Üstelik dün akşam tavuk da yedim. Yataktan çıkıyorum.

Dışarı çıkmadan önce bir şeyler atıştırmak için mutfağa gidiyorum. Aklımda, belki rüyamın da etkisiyle, kutsal kitaplar ve şeytan var. Kendini mağlup etmiş şeytan. "Ateştenim" diye böbürlenmiş, sevgiye mazhar insanı kıskanmış. Ben de şeytanım, hiçbir çaba harcamadan sahip oldukları o ışığı kıskanıyorum ben de.

Sadece kıskanmakla kalsaydım belki Yasemin'le de kalabilirdim. Herkes gibi benim de en çok kıskandığım şey sevgilimin mutluluğu olurdu. Yaşım ilerledikçe olgunlaşır, mutluluğuna ortak bile olurdum. Gerçek sorun kıskançlık değildi, hayır, kıskandığım şeyi gerçekten isteyebilseydim eğer, kıskançlıkla da başedebilirdim.

Bir yerlerde aldatıldım sanırım. Kimse çıkıp bana bu işin aslını anlatamaz mıydı? Şeytanın hikayesini gerçekten anlasaydım bu hale düşmezdim belki. Tehlikenin çift uçlu olduğunu çok geç farkettim.

Aslında farketmesi de çok zor bir tehlikeydi bu çünkü hikaye yalın güzellikte başlıyor. Ben şeytan, kimseye bir zararı yahut kimseden bir beklentisi olmayan bu güzelliği görüyorum (sonrası karışık). Bir noktada o güzelliği ben de istiyorum. Ama gerçekten güzel olup olmadığından da şüphe ediyorum. Güzelliği istemeye devam ediyor, ona ulaşmak için çaba da harcıyorum. Biraz yaklaşabiliyor ama sonuçta başarısız oluyorum. Bu arada yaklaştıkça artan şüphem önce endişeye sonra gerçeğe varıyor: O çok güzel sandığım, (heyhat!) alelade vasat imiş! Bir adım daha ve kurtarılamaz haldeyim artık: Aynı anda hem arzuyu hem de tiksintiyi hissediyorum. Cennetten kovuluyor, bayağılıkla müstahkem bu dünyada mahpus kalıyorum. Mutfakta bulduğum pörsümüş elmayı (ki Yasemin çok sever) yiyorum ben de.

Elmanın tadı damağımda, evden çıkıyorum. Hava güzel. Sokağın durumu (nasıl demeli?) pek bir garip! Ruh halim algımı etkiliyor derdim belki ama ruh halim nicedir aynı, görüntü ise ilk kez bu kadar... Detaylı? Sarih? Sarih. Şu kızın ayakkabısı bir ayakkabı mesela. Yani demeye çalıştığım şu ki... Bir ayakkabısı var. Kızdan bağımsız, orada ayağında duruyor. Bağcıkları var. Varlar yani. Uzun zamandır yoktular, sadece kız vardı. Sadece yoldan geçen arabalar vardı (dikkat etmezlerse çarparlar), ya da kaldırımdaki elektrik direkleri vardı (dikkat etmezsem çarparım). Şimdi arabaların camları var mesela, direklerin üzerinde sayılar var.

Birkaç saat sokağın tadını çıkardıktan sonra bildiğim bir mekana giriyorum. Burası o kadar "var" ki eşya neredeyse “Bana bak, ben buradayım!” diye bağırıyor. Nargilemin marpucu parlıyor. Oturduğum koltuğun döşemesi aşınmış, parlıyor. Közün harlı yerleri kızıl kızıl parlıyor. Her birinin hakkını verip her birini bir süre inceliyorum. Yerli yerindeler ve ben de burada kendi yerimdeyim. Dumandan halkalar üflemeye çalışıyorum. Dağılıyorlar, bir daha deniyorum. Köşedeki herif göz ucuyla hareketlerimi izliyor. Birazdan o da halka yapmayı deneyecek, biliyorum.

Burayı seviyorum, kokusu, sesi ve ışığıyla bana bir şey hatırlatıyor sanki. Nasıl olmuş da daha sık gelmemişim? İçimdeki ferahlık artıyor. İçtiğim ikinci kahve ile dedemin kelimeleri de kendilerine uygun birer yer buluveriyorlar. Müphem keyifler fıtratımın sırlarına haizmişcesine şuurumu işgal ediyor. Parça parça zihnimle huzurlu, çevreyi seyre dalıyorum.





NOT: Cidden sevmiyorum bu herifi. Tamam mı devam mı gençler? Olaylara mı girsem yoksa önce Yasemin'le bir sohbetlerini vereyim mi? Çok iğrenç olur mu? Ben kaldırabilir miyim? Yusuf aslında iyi adam da çok mu üstüne gidiyorum? Bildiğimi okuyacam illa da nasıl okusam?

NOTNOT: Hoov, tecrübe olsun deyu birinci şahıs girdik amma bütünlük kaçar gibi mi olmuş ikinci kısımda ne? Zırt pırt birkaç kelime ekleyip çıkartıp duruyorum. Çok ufak şeylere mi takılıyorum yoksa? Bana bütünlük var, e ama bu Yusuf maltozorunu biliyom ne de olsa, okuyana var mı?


1 yorum:

  1. hayvan gibi bütünlük var. hatta daha önceki faraza serisine kıyasla canavar gibi diyebilirim. ya da ne bileyim, bana öyle geliyor. yusuf'u da sevdim, iyi karakter çıktı kerata. naçizane bir tavsiye, eşeğin sikine takarsan tabi; yasemin'le konuşmalarını da yaz, hatta tiyatrocunun beğenmediği oyunu da yaz, arif karakteri de havada kalmasın arkasını getir. belki kuzen konsepti bile derinleştirilebilir. aman, koy göt rahvan gitsin.

    YanıtlaSil